Yalan,
iftira, fitne ve şantaj...
Ali DEĞİRMENCİ |
Nasıl bir sermaye? Görevi doğru haber vermek, müspet kamuoyu oluşturmak
ve ülkeye faydalı ve hayırlı hizmetlerde öncülük yapmak olan bazı basın
ve yayın organları anayasal ve milli statüsüne ters düşerek, birtakım
senaryolara millete rağmen alet olabiliyor, hile, yalan ve iftiradan medet
umabiliyor. Güzide basın organları müstesna, bu tip bayağılıklara sık
sık rastlanır oldu. Ülke ve millet adına esef ve ibret verici bir durum...
"Basında Güven" sloganıyla çıkan, ciddiyet ve tutarlılığı yayın politikası
seçmiş Milliyet Gazetesinde, hiç de iddiasıyla bağdaşmayan bir yazı dizisi
başlatılmış. 7 Kasım 2000 günü Ruşen Çakır imzasıyla "Medya Sahibi İş
Adamı" başlığıyla çıkan ve Prof. Dr. Haydar Baş Hocamızın konu edildiği
bir yazı ile aynı sayfada nereden alındığı belli olmayan yüzleri karartılmış
oturan ihtiyarlardan oluşan uyduruk bir resim ve altında Hasan Songür
adında daha önce Marksist-Leninist bir çizgide olduğu bilinen, bunalımlı
psikolojisi ve sosyal hayatı olan bir kimsenin şantaj yoluyla maddi menfaat
temin etmek için yazdığı; malzemesi iftira, yalan ve kurgu senaryo olan
bir kitaptan alıntılarla tertip edilmiş bir röportaj var. Yalan haber,
iftira ve karalamada yeni bir rekor sayılabilir. Milliyet'in yayın politikasıyla
nasıl bağdaştırıldığı ve bu tür karalamaların hesabının bir hukuk devleti
olan Türkiye'de nasıl verileceği ayrı bir konu, biz bu yazılarda sergilenmek
istenen maksat ve hedefe parmak basmak istiyoruz. Bir kere gerek röportaj,
gerekse yazıda gündem edilen şeyler tamamen kurguya dayanan yalan; iftira,
karalama ve yıpratma hezeyanlarıdır. Bir şey iddia eden, hem kamuoyu vicdanını,
hem de yargıyı ikna etmek için delilleriyle konuşmalıdır. Hani deliller?
Maşa ve kukla olarak kullanılan bir psikopatın şantaja başvurarak menfaat
temin etme senaryosuna nasıl alet olunabilir? Bu iftira ve hezeyanlar
nasıl delil olabilir? Yoksa bunu yapanlar senaryonun bir parçası mıdır?
Bu tezgahın neresindeler? Neyin doğru ve gerçek deliller kimin elinde
olduğu görülecektir. Bu karalama ve yıpratma kampanyası siyasi amaç taşıyor.
Bu amaçla bu tezgahı planlayanlar perde arkasında, taşeron ve maşalar
perde önündedir. Asıl oyun millete oynanıyor. Pratikte Muhterem Prof.Dr.
Haydar Baş'ın temsil ettiği mana ve hizmet hedef alınıyor. Bunun açık
isbatı yazının içinde belli oluyor: Ruşen Çakır yazısında "AB Düşmanı"
altbaşlığını atıyor ve Muhterem Hocamızın son yazdığı "Dini ve Milli Bütünlüğümüze
yönelik tehditler" adlı kitabın kapak resmini koyuyor. Buradan kimlerin
neden rahatsız olduğunu rahatlıkla anlamak mümkün. Röportajda ise "Baş'ın
sevmediği birileri var mı?" başlıklı sorusunun cevabı olarak "Nurcular
ve Fethullah Gülen" gündem edilerek ilave olarak rakip cephede R.Tayyip
Erdoğan, N.Erbakan ve Y.Nuri Öztürk gösteriliyor. Meseleye bir siyasi
ve ideolojik boyut kazandırılmak isteniyor. "28 Şubat süresince kısmen
destek verdi" ifadelerine yer veren R.Çakır yazısında ise bir kamplaşma
tezgahlanıyor. Bu yazı bu programla demek istenen şudur:"Siz niçin vatan-millet,
asker, bayrak, milli bütünlük ve bağımsızlıktan yanasınız. Globalleşen
dünyada hala milli kimlik ve şahsiyet iddiası neden?" Evet, bu girişim,
milletin sahibi asıl ve soylu sesin kısılmasına yönelik. Bu çizgi vatana,
millete, milli kimlik ve şahsiyete rağmen bir çizgi... Bunu yapanların
sermayeleri, yalan, dedikodu, iftira ve şantaj. Ama bilmiyorlar ki güneş
balçıkla sıvanamaz ve yalancının mumu en çok yatsıya kadar yanar. Bunlar
ve böyleleri en büyük tepkiyi milletten aldıklarını göreceklerdir. Bu
yazıda bir büyük yalan da benimle ilgili: Muhterem Prof. Dr. Haydar Baş
Hocamızın "Kur'an'a itirazlar ve cevaplar" adlı eserini benim yazdığım
iddiası ve yalanı var. Hemen belirleyim: bu eser muhterem hocamızın Türkiye'de
bir çok ilde verdiği bir konferansı biraz genişletip yazmasından ortaya
çıkmıştır. Benimle uzaktan Yakından hiçbir ilgisi yoktur. Kaldı ki ruhi
depresyon içinde olduğunu zannettiğim bu şahsı belki uzaktan bir iki kere
görmüşlüğüm vardır. Kendisini doğru dürüst tanımam ve konuşmuşluğumda
yoktur. Belli ki senaryosunda şahsıma bir aktörlük görevi verilmektedir.
Kamuoyu ve hukuk nezdinde hesap soracağımın da bilinmesini de isterim.
Bizi üzen kendisinden hayırlı ve faydalı bilgileri aldığımız inancımızı,
vatanı ve milleti sevmeyi öğrendiğimiz, milletimizin medar-ı iftiharı
bir insanı karalama gayretlerindeki bayağılık, ahlaki düşüklüktür. Bununla
beraber gerek kamuoyu ve millet nezdinde ve gerekse bağımsız yargı önünde
düştükleri perişanlık ve sefilliğin yanında bir de hesap vereceklerdir.
Hep beraber göreceğiz. (Yeni Mesaj Gazetesi, 08 kasım 2000). (alidegir@yenimesaj.com.tr)
Diyalogculara samimi çağrımız:
Bu yoldan dönün!
Ali DEĞİRMENCİ
İnsanlar ve milletler için en önemli husus ileriyi görmek, gelecek tehdit
ve tehlikeleri önceden tespit etmek ve ona göre gereken tedbirleri almaktır.
Bu basireti gösterenler çoğu kez anlaşılamaz ve takdir edilemezler. Bazen
de olaylara yaklaşımını yanlış ya da mübalağa zannederler. Diyalog ve
milli bütünlüğün tehlikede olduğu meselesinde "Yeni Mesaj ve Meltem camiası"
olarak biz bu kaderi yaşıyoruz.
"Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü" modası çıktığı ve bazı yerli gafillerin
buna mal bulmuş mağribi gibi sarıldıkları günlerde bizler nezaket ve kardeşlik
kuralları içinde ve ilmi bir perspektifle yaklaşarak gerekli uyarılarımızı
yaptık, girilen yolun fert ve millet olarak bize vereceği telafisi zor
zararları vurgulamıştık.
Zira işin ebedi hayatımızı mahvedecek akaid boyutu olduğu gibi, ülkemizi,
milli ve toprak bütünlüğümüzü tehlikeye düşürecek vahim sonuçları da vardı.
Bunlara işaret ettik. Dinletemedik. Hatta bizi rijidlikle, kıskançlıkla
suçlayanlar oldu. Globalleşen dünyanın şartlarını anlayamamakla suçlandık.
Kör dövüşünü andıran bir diyalog kavramı ortaya atıldı. Herkes ona farklı
bir mana vermeğe çalıştı:
Yerli diyalogculara göre diyalog, dinler ve medeniyetler arası barışa
giden bir yoldu. Bu manada kendilerini vatan kurtaran kahramandan öte
dünyayı kurtaracak fedailer zannediyorlardı. Kendilerine akaid ölçülerini
çiğnediklerini, pek çok ilahi mikyasa ters düştüklerini hatırlattığımızda;
geniş görüşlü olduklarını, şefkat ve merhameti kuşandıklarını, bu yolla
birçok Hıristiyan'ı Müslüman edeceklerini iddia ettiler. Hatta hüsn-ü
zan edelim belki bir çok kardinal hatta Papa da Müslüman olabilir, belki
de gizliyordur, gibi ilmi ve itikadi değeri olmayan ve realite ile bağdaşmayan
bir sürü hezeyan ortaya attılar.
Bu öyle bir merhamet ve hüsn-ü zan anlayışı ki, İslam ölçülerini ters
yüz ederek, Allah ve Resulünden daha şefkatli merhametli olma iddiasına
kalkıştılar. Kaynak olarak da olduğundan çok zorlama ile üstadlarını gösterdiler.
Ehl-i Kitabın sapıp küfre düştüğüne dair bini aşan ayetin mevcudiyetini
gösterdiğimizde bunu duymazlıktan gelerek "üstad şöyle dedi, falan risalenin
falan yerinde böyle diyor" gibi tarih boyunca pek başvurulmamış bir yola
girdiler.
Kur'an'a alternatif getirir gibi bir sapıklığa sürüklenmektir bu. Bu çerçevede
farkında olunmayan veya gözyumulan Vatikan'ın siyasi ve ideolojik suiniyetlerine
de dikkat çektik. Anlamadı ya da anlamak istemediler. Halbuki diyalog
kavramını ortaya atan Vatikan'ın Papalık Konseyi idi, bu Hıristiyanlığın
"dünya dini" haline getirilme projesiydi ve bu misyona özetle "şartlarına
uydurulmuş misyonerlik" diyorlardı.
Bu çerçevede Papa 24 Aralık-99 Noel konuşmasında, "3. bin yılda hedeflerinin
Hıristiyanlığı tüm Asya'ya yaymak olduğunu" açıklıyordu. Bu çerçevede
Kudüs'ten yeni bir kültürel haçlı seferi başlatırken Türkiye'nin pilot
bölge seçildiği ima ve işaretleri de gizlenmiyordu.
Papalığın dünyaya sunduğu diyalog ve hoşgörü aldatmacası devam ederken
geçenlerde yaptığı ve "Katolikliğin tek kurtuluş yolu olduğunu" anlatan
konuşması başta diyalogcular olmak üzere dünyayı şoke etti. Halbuki Papa,
gerçek niyet ve görüşünü, taassubunu açıklıyordu. Esasen öteden beri bu
çizgisinden bir sapma da göstermiş değildi. Fakat Papa'yı farklı anlayan
ve anlatmağa çalışan; bizdeki yerli diyalogculardı.
Bütün bunlar Vatikan'ın kültürel niyet ve emelleri idi.
Bir de siyasi, askeri ve ideolojik emelleri var.
PKK'nın açıkça desteklenmesi. Güneydoğu'da Kürt kardeşlerimizin ve Hıristiyan
Arapların kışkırtılması, tahrik edilmesi. Bu bölgeye yıkıcı ve bölücü
çok sayıda ajan-misyoner gönderilmesi.
Avrupa ülkeleri ile olan siyasi ve ekonomik ilişkilerde Vatikan'ın hep
köstekleme girişimleri ile karşılaşılması, batılı ülke yetkililerinin
zaman zaman din ve kültür farklılığını ifade etmeleri ayrı bir boyut.
Vatikan'ın dini olmaktan ziyade siyasi ve ideolojik bir misyon üstlenmesi
ve bu uğurda birtakım entrikalara başvurması çok açık ve net olup zaman
zaman bazı açıklamalarla kendim göstermektedir.
Bunun en bariz örneği Papa'nın yaptığı son Ermeni soykırımı açıklamasıdır.
Buna göre; I. ve II. Dünya Savaşlarının ve bu çerçevede tüm çatışmaların
sorumlusu Türklermiş. Ana sebep de Türklerin yaptığı soykırımmış.
Bu açıkça yalan ve saptırma olması bir yana Müslüman Türk milletine bir
saldırı ve kin kusmadır. Menfur niyet ve emellerin açığa vurulmasıdır.
Aynı zamanda bu açıklama siyasi manada yeni bir haçlı seferinin alamet
ve işaretidir.
Bütün bu deliller ve gelişmeler hala iyi niyetlerinden şüphe etmediğimiz
yerli diyalogcuları uyandırmağa yetmeyecek midir? Açık, samimi çağrımız
onlara! İnsan yanlışa düşebilir. Zararın neresinden dönülürse kârdır.
Hatadan, yanlıştan dönmek bir fazilettir. Geliniz, bu diyalog macerasından;
bu çerçevede inancımıza, milletimize ters düşmek gibi bir badireden dönün.
Kamuoyuna bir açıklama yaparak bu diyalog serüveninde Vatikan'ın entrika
peşinde olup samimi olmadığını ilan edin.
Yaptığınız yanlışı tashih edin yine millet sizi bağrına bassın!
Bu size samimi çağrımız.(Yeni Mesaj Gazetesi, 14 kasım 2000) (alidegir@yenimesaj.com.tr)
|